Geçen haftalarda ilk bölümünü yayımladığımız, öğrenmenin kapasiteyle bağlantısını ve benzersizlik sorununu irdelediğimiz “Eğitimimiz Ne Kadar Bilimsel?” başlıklı yazımızın devamını paylaşıyoruz.
Zekâ miti
Zekâ, tanımını kolayca yapabildiğimiz bir şey değildir. Uzun zaman boyunca hızlı işlem yapabilme, hatırlayabilme, basit veya karmaşık problemleri çözebilme gibi bileşenlere dayalı ölçümlerle zekâyı belirlemeye, puanlamaya çalıştık. Bu alışkanlığımız hâlâ da devam ediyor. Fakat dikkat ederseniz bu tip işlevler, bilgisayarların yapabildiği şeylerdir. Hatta insanlar, bu işleri daha hızlı yapsınlar diye icat ettiler bilgisayarları. Beynimiz bir bilgisayardan çok daha farklı bir şey olduğuna göre insan zekâsı dediğimiz zaman farklı bileşenlerin de işin içine girmesi lazım. 1990’larda duygusal zekâ kullanımının moda olduğunu hatırlarsınız. Duyguları okuma, empati yapabilme, kendi duygularının farkında olup onları yönetebilme ve mesajlarını okuyabilme yeteneği şeklinde ortaya çıkan bir zekâ tipidir mesela o. İnsan davranışı ve beyni hakkında bilgilerimiz ilerledikçe insan zekâsının hiç de zannettiğimiz gibi basit bir şey olmadığını anlamaya başladık. Şu aralar çoklu zekâ kuramları gibi söylemler ortalıkta gezinse de bunların dahi insanı tam olarak kapsamaktan uzak olduğunu biliyoruz.
Zekâ dediğimiz şeyin daha kitabi bir tanımını isterseniz şöyle diyebiliriz. Genel olarak, insan zekâsı, deneyimlerden öğrenebilme ve değişen koşullara uyum sağlayabilmedir. Bunun birçok bileşeni vardır doğal olarak. Akıl yürütme, problem çözme, soyutlamalar yapabilme (abstraction) ve karmaşık düşünceleri anlayabilme gibi araçları kullanma yeteneğine verdiğimiz genel bir isimdir zekâ. İşimizi zorlaştıran kısım, zekâ tanımına soktuğumuz bu ayrık yeteneklerin her insanda farklı düzeylerde gelişmiş ve farklı durumlarda çalışır olmasıdır. Bundan dolayı, zekâ tanımı altındaki sayısız özellik nedeniyle, zekâ meselesini sayısallaştırmak da, ölçmek de, üzerinde çalışmak da oldukça zordur.
Zekâ nereden geliyor sorusuna yanıt verebilmek için zekâ derken neyi kastettiğimizi tanımlayabilmemiz lazım. Hızlı işlem yapabilme ve sorun çözebilme anlamındaki IQ, üzerinde çok çalışılan bir zekâ tipi. IQ puanını sağlayan özelliklerin genetik bir kısmı var gibi görünüyor. Özellikle son zamanlarda anneden geldiği iddia edilen zekâ özellikleri, yaşam koşulları içinde ciddi oranda değişim gösterebiliyor. Mesela ekonomik imkânları yüksek, sağlıklı bir ortamda yetişen çocuklar ile olumsuz koşullar, özellikle de sevgisizlik ve ihmal mağduru olan çocuklar arasında doğaldır ki ciddi farklılıklar görebiliyoruz. Yapılan çalışmalar çok kabaca, zekâ düzeyinin genetik olarak en fazla yarısının kalıtsal olduğunu gösteriyor. Zekâ düzeyi ile belirli genler arasındaki ilişkileri araştıran sayısız araştırmalar henüz sonuçsuz, yani DNA’mızdaki milyonlarca direktiften hangilerinin zekâyla ilgili olduğunu bilmiyoruz. Fakat yine son yıllarda gelişen bazı anlayışlar, genetik aktarımın aileden yahut çevreden yapısal özellikleri transfer etmenin tek yolu olmayabileceğini de düşündürüyor. Bunlardan en önde geleni, epigenetik denen yeni bir alan. Epigenetik, insanların genetik programlarında biriken bilginin dışında, özellikle anne karnındaki yaşam sırasında, yani döllenme sürecinden sonra ortaya çıkan uyarlanmaların etkileri üzerinde çalışan bir bilim alanı. Buradan elde ettiğimiz bulgulara göre, ailenin ve çevrenin oluşturduğu etkiler, bebeğin özelliklerinin ortaya çıkışını etkileyebiliyor. Anne sütünden dahi etkilenmelerin olabileceğine dair kanıtlar var. Bu kanıtlar, şimdiye kadar “genetiğimizin kaderimiz olduğu” yönündeki algıya ciddi olarak meydan okur duruma geldi. Fakat henüz bu mekanizmaları tam olarak anlamanın çok uzağında olduğumuz için ancak çeşitli tahminler ve spekülasyonlar üretebiliyoruz.
İnsan zekâsının en önemli özelliği uyum yahut adaptasyon yeteneğidir. İnsan, dünyadaki diğer birçok organizmaya göre biyolojik özelliklerini çok aşan bir uyum yeteneğine sahiptir. Bu uyum yeteneğinin çok önemli bir nedeni de işte o zekâ dediğimiz, insanın karmaşık düşünme ve akıl yürütme biçimidir. Biyolojik olarak bu kadar zayıf bir canlı olmasına rağmen uzayın derinliklerinden denizlerin dibine kadar her türlü ortamda hayatta kalmanın bir yolunu bulabilmesi, zekâsından dolayıdır. Bu yetenekler, üzerinde düşününce bizi etkilese de günlük yaşantımızdaki becerilerimiz aslında yakından bakıldığı zaman çok daha hayret verici olabiliyor. İçinde yaşadığımız toplumdaki bireylerin duygularını ve niyetlerini okuyabilme yeteneklerimiz benim için bunların başında geliyor. Sadece kendi zihnimiz hakkında fikir yürütmüyor, diğerlerinin zihinlerinde neler olabileceğine dair de çoğu zaman çok isabetli tahminler yapabiliyoruz. Söylediklerimin karşıdaki insanlar tarafından anlaşılabilmesi ve onların dediklerini anlayabilmemiz, aslında böyle ilginç bir zihinsel özelliğe dayanıyor. Bu zekâ tipi, hem duygusal hem toplumsal hem de beden hareketlerine; yani kinestetik algıların gücüne, o alanlara ait zekâya dayanıyor. Sözgelimi matematiksel zekâsı çok yüksek olan bir çocuk, etkileşim açısından fakir bir sosyal ortamda yetişirse bu yetenekleri gelişmez ve hatta zamanla körelebilir. Bu nedenle, o kişinin zekâsından bahsederken sadece zekâsıyla yapabildiği birkaç işe bakıp da “üstün” yahut “geri” zekâlı olarak nitelemek, bizi ciddi hataya sürükleyecektir. Maalesef bugün yapılan da çoğu zaman bu.
Zekâ algımızı en çok etkileyen “kötü alışkanlıklarımızın” başında eğitim sistemlerimiz geliyor. Henüz oyun yaşındaki çocukları, hem ülkemizde hem de dünyanın birçok yerinde, uzun süre hareketsiz ve dikkatli oturmayı gerektiren ve gerekli-gereksiz birçok şeyi öğrenmelerini dayatan bir eğitim sürecine zorluyoruz. Bu sistem içindeki müfredat, normal şartlarda bir insan çocuğunun çoğunlukla ihtiyaç duymayacağı, yaşamını sürdürmesi için doğrudan gerekli olmayan, yaşamda tecrübe edilerek pekala öğrenilebilecek sayısız “ders” içeriyor aslında. Bu derslerin birçoğunun da insanın doğal öğrenme sistemi ile uyumsuz bir şekilde, tek yönlü ve ezbere dayalı bir biçimde verilmesi, insan zekâsının böyle bir meydan okumayla baş etmesini zorlaştırıyor. Bugün üstün yetenekli, zeki, çalışkan diye nitelediğimiz çocukların önemli bir bölümünün aslında “patolojik”, yani normalden olumsuz yönde sapma gösteren bireyler olması kuvvetle muhtemel. Zira insan, özellikle erken yaşlarında, hareket ederek, oynayarak, keşfederek, sorarak, merak ederek ve risk alarak öğrenir. Yüzbinlerce yıldır bizi insan yapan öğrenme yöntemi buydu. Bugün ise gencecik beyinler, neden öğrendiklerini dahi çoğu zaman bilmedikleri bir sürü bilgiyi akıllarında tutmaya, en azından sınav dönemine kadar hatırlamaya zorlanıyorlar. O sınavlar için hayatın oyunla, keşifle, toplumsal etkileşimlerle geçmesi gereken çok önemli zamanları, sınıflarda, derslerde, ders çalışma ve ödev yapma seanslarında tüketiliyor. Tabii ki böyle bir sistem içinde “zeki” algımız da çarpılıyor. Aslında insanın doğal biyolojik ayarları açısından “hasta” dememiz gereken birçok çocuğu, sırf eğitimin bu insanüstü isteklerine uyum sağlayabildiği için “başarılı” yahut “üstün zekâlı” olarak sınıflandırabiliyoruz. Temel sorun, yapay olarak kurduğumuz sosyal sistemlerin insanın doğasından gittikçe uzaklaşmasıdır. Biyolojimizi, beynimizin ve zihnimizin işleyişini daha iyi anladıkça, bu hatalardan dönmenin insanlık için ne kadar önemli olduğunu yeniden hatırlayacak ve anlayacağız diye umuyorum.
Yetenek meselesi mi?
Yetenek, bir şeyi diğer insanlardan daha üst düzeyde yapabilme becerisi olarak anlaşılan bir kavramdır. Bu anlamda aslında hepimiz değişik düzeylerde yetenekliyiz. Bedensel özelliklerimiz, ırk yapımız, yetiştiğimiz ortam, içinde bulunduğumuz zaman dilimi ve bunun gibi daha birçok unsur yetenek dediğimiz özelliğin tanımını ve kapsamını değiştirir. Bundan bin sene önce üstün yetenek dediğimiz şey ile bugün üstün yetenek olarak tanımladığımız şeyler muhtemelen birbirleriyle uyuşmayacaktır. Deha kavramı da yetenek kavramıyla genelde iç içe kullanılıyor. Deha, herhangi bir işlev açısından diğer insanlara göre belirgin bir üstünlük gösterme anlamında kullanılıyor.
Dehaların ve üstün yetenekli insanların yaşamına baktığımızda, bunların çoğunun doğuştan gelen yetenekleriyle bunları başardığına dair bir algıya kapılmamız normal. Zira hayatlarının tamamını bilmiyoruz. Birçoğu, içinde bulunduğu biyolojik ve sosyal koşullar tarafından şekillendirilen insanlar aslında. Mesela Mozart’ın doğduğu dönem, klasik müziğin çok revaçta olduğu bir dönem ve Mozart’ın ailesi de müzikle iç içe bir aile. Ussain Bolt gibi bir sporcuyu düşünün. Siyahi insanların beden özelliklerini doğuştan taşımakla birlikte, diğer birçok siyahinin yapamadığı bir şeyler başarıyor.
Yeteneğin altın kuralı, artık neredeyse herkes tarafından bilinen basit bir formüle dayanıyor: Bir işi ustaca yapabilmek için o işe en az “on bin saat” yatırmanız gerekiyor. Yani on bin saat pratik yaptığınız herhangi bir işte, diğer insanlardan çok iyi ve üstün yetenekli görüntüsü veren bir duruma gelebiliyorsunuz. Mozart örneği buna zıt bir örnek olarak sıklıkla zikredilir. İlk senfonisini 5 yaşında besteleyen Mozart’ın o yaşa kadar on bin saat çalışma imkânının olamayacağı açıktır. Fakat “Mozart 5 yaşında senfoni yazmış” dendiğinde doğrudan hayret edip “Nasıl bir senfoni yazmış peki?” sorusunu pek sormaz insanlar. Zira Mozart’ın o ilk besteleri, hemen hemen hiç çalınmaz ve seslendirilmez. Çünkü onlar, müzisyenlerle dolu bir ortama doğmuş bir çocuğun, ustalık dönemi öncesinde verdiği ilk işaretlerdir. Mozart’ı bugün bildiğimiz dahi konumuna yerleştiren eserleri, onlu yaşlarından itibaren ortaya koymaya başladığı eserlerdir. Hayat öyküsünden anladığımız kadarıyla obsesif bir şekilde müzikle ilgilenen Mozart’ın 12 yaşına kadar binlerce saat pratik yapma imkânı olmuş olmalı. Hele ki televizyon, internet gibi çeldiricilerin olmadığı bir çocukluğu düşünün. Yani en uç örneklerden olan Mozart bile on bin saat kuralına tabi gibi görünüyor.
Konservatuvarların yetenek sınavlarında birçok üstün nitelikli genç tespit edilir. Bunların bir kısmı doğuştan “mükemmel ton” (perfect pitch) algısı denen bir algıya sahiptir. Yani hangi sesi duyarlarsa duysunlar o sesin hangi frekansa ve notaya ait olduğunu anında tanıyabilirler. Bu doğuştan geldiği düşünülen bir özelliktir. Fakat bu insanların çoğu, profesyonel müzik hayatında çok önemli bir varlık göstermezler. Başka işlere kayarlar yahut yeterince çalışmadıkları için başarısız olabilirler. Her uzun boylu insan NBA’de bir yıldız olamaz. Başarılı insanları başarılı yapan şey, genetik yahut bedensel özelliklerinden biraz daha farklı bir şey gibi görünüyor. Yapılan bütün çalışmalar, başarıyı belirleyen unsurun “yetenek” yahut doğuştan gelen şans bileşenleri değil, motivasyon ve çalışma olduğunu gösteriyor. O nedenle “üstün yetenekli” çocuklar üzerinde yapılan çalışmalar, temel mantık olarak bana uzun zamandır çok yanlış görünüyor. Zira doğuştan gelen yeteneği ne olursa olsun, çocuklarımıza motivasyon verebilecek yolları araştırmamız lazım. Biz ise çocukları “üstün”, “sıradan” ve “ortalamanın altında” gibi etiketlerle yaftalayarak onların hayatlarındaki birçok başarı alanını otomatik olarak tıkıyor olabiliriz.
Yetenekli olmayı en fazla belirleyen unsurların başında tutku gelir. Tutku, bir işi takıntılı bir şekilde sürekli olarak yapma isteğini doğurduğunda, ustalaşma da kendiliğinden gelecektir. Tutkuyu sağlayan beyin devrelerinin tam olarak nasıl çalıştığını bilmesek de hakkında birçok bilgimiz var. Özellikle dopamin, serotonin, endorfin ve anandamid gibi beyin kimyasallarının tutkulu bir iş yaparken beyinde arttığını; bunların artışının da “akış” denen ilginç bir zihinsel duruma yol açtığını biliyoruz. Yaptıkları iş ne olursa olsun, akışa giren insanlar, müthiş kararlı, inatçı, yaratıcı bir ruh haline bürünebiliyorlar. Bir çocuğu yahut genci, on bin saat tek bir işle uğraştırmak kolay olmadığı gibi, genelde mümkün de değildir. Hele ki istemediği bir şeyse dünya bir araya gelse o işi o insana sürekli olarak yaptıramazsınız. Fakat tutku bir kez devreye girdi mi insanın başka bir zorlamaya ihtiyacı kalmaz. İçten gelen bir dürtü ve itmeyle, sürekli olarak zihnini mutlulukla dolduran, geleceğe dair umut ve cesaret veren böyle bir duygu durumuyla, her şeyi başarabilir. Muhtemelen bu yaratıcı zihinsel deneyim, sadece bu kimyasallara da bağlanamayacak kadar karmaşık bir şeydir. Fakat bu kimyasalların düzeylerini değiştiren çeşitli kimyasal maddelerin, zihinde buna benzer durumlar oluşturduğunu uzun zamandır biliyoruz. Amfetamin, kokain yahut bunlara benzer uyuşturucu maddeler, yapay olarak bu tip bir zihinsel durumu deneyimlemeye imkân verdikleri için maalesef hâlâ birçok insanı esir alıyor. İnsanlar, öldürücü olduğunu bildikleri halde neden bu maddelere müptela olmaya devam ediyorlar? Çünkü bu zihinsel deneyim, beynin ve insan zihninin en çok keyif aldığı, hep orada kalmak istediği deneyimlerin başında geliyor. Mutluluğun temelinde bu tarz bir değişim yattığı için maalesef günümüzde milyonlarca insan, bu kimyasal mutluluk illüzyonu içinde hayatlarını mahvedebiliyorlar. Hâlbuki beynimizdeki bu biyolojik kimyasal sistem, doğuştan bize verilmiş bir hediye ve yaşamımızda her neye tutkuyla bağlanacaksak onda en iyi olmamıza yardımcı olacak biyolojik donanımızın parçalarından ibarettir. Fakat hemen her şeyi kötüye kullanabilen insan, ne yazık ki bu sistemi istismar etmek konusunda da oldukça mahir…
Kısacası, “doğuştan yetenek” diye bir şey aslında var: Kişinin dünyaya geldiği yer, zaman, sosyal şartlar, imkânlar, genetik ve biyolojik yapısı ve daha birçok şey tarafından belirlenen bir “terkibi” var. Bu kişiye özel terkip, herkesin farklı bir konuda, benzersiz bir alanda en iyi olabileceğini düşündürüyor. O nedenle, herkesin, standart başarı ve yeteneklilik kıstaslarını bir kenara bırakıp kendi yaşamları özelinde “Ben ne yapmak için gelmiş olabilirim?” sorusunun yanıtını araması gerekiyor. Herkes usta bir piyanist, madalyalı bir sporcu, Nobel Ödüllü bir bilim insanı yahut bir TV yıldızı olmak zorunda değil. Bunlar sadece medyatik olarak bize görünür kılınan birkaç seçenek. Nefretin yaygınlaştığı bir sosyal ortamda herkese gülücüklerle umut aşılayan bir insan, yaşadığı şehri tertemiz tutmayı tutku edinmiş bir belediye temizlik görevlisi, insanlara yardımı hayat gayesi yaparak nice hayata dokunabilen bir hayırsever yahut bir köy okulunda, yarın Nobel alacak Aziz Sancar’ları yetiştiriyor olduğundan habersiz, inat ve tutkuyla işini yapan bir öğretmen gayet üstün yetenekli ve başarılı insanlardır. Yetenek, başarı, deha gibi kavramlara çok daha geniş bir çerçeveden bakmak gerek.