Odamda bir kutum var benim. Eski bir ayakkabı kutusu. Arada bir açıp eski günleri yadettiğim malzemelerle dolu içi. İlk kullandığım gözlükten, lisedeki hatıra defterime; rahmetli dedemin yıllarca kullandığı, şu içine jilet takılan tıraş bıçağından, ilk sevgilimin hediye ettiği parfümün boş şişesine kadar bir çok anı parçası saklı içinde. Ama bu malzemelerin en özel olanları, muhtelif zamanlarda yazılmış, özenle zarflara konmuş ve şimdiki gençlerin pek az bildiği; PTT üzerinden postaya verilerek bana ulaşmış mektuplar. Sevgilimden, nişanlıma; eşimden, arkadaşlarıma; anne-babamdan, aynı grupta çaldığımız rock’çı arkadaşlara; asker arkadaşımdan, bazı hocalara yazdığım mektuplara gelen cevaplara kadar bir sürü mektup. Hepsi el yazısı ile yazılmış; kiminin zarfında minik süslemeler, kiminin içinde yazarının sözlerle yetinemediği için çiziktirdiği resimler, kiminde sararmış ve rengi kaçmış fotoğraflar ve daha neler neler… O mektupları yazanların bir kısmını o zamandan beri hiç görmedim; o mektuplara ilham kaynağı olan aşklar geldi geçti; kimi mektubun yazarı artık bu dünyada değil; bazısının kim olduğunu bile hatırlamakta zorlanıyorum. Ama onlar, geçip giden zamanın, kişisel tarihimin kanlı canlı ve gerçek kanıtları ve benim için çok ama çok kıymetliler.
Sayısal veri aslında “yok”tur!
Artık neredeyse tüm iletişimimiz elektronik ortamlara emanet hale gelmeye başladı. Aşklarımızı anlık mesajlaşma programlarında yaşıyor, hal hatır sorma işini sosyal ağlarda hallediyoruz. Kısacık metinlere yerleştirdiğimiz bir kaç duygu simgesi (emoticon) ve bölük pörçük, alel acele yazılmış mesajlarla “iletişim” kuruyoruz. Çoğu zaman maksat hasıl oluyor. Buluşacağımız yerlere karar verip neler düşündüğümüzü karşımızdaki insana aktarıyoruz. Fakat bu metinler, o duygu simgeleri, o duygu yüklü anların söze dökülmüş ürünleri dijital alemde kaybolup gidiyor. Geriye hemen hiç bir iz bırakmadan hem de…
Sadece yazılanlar değil, görsel olarak kaydedilenler de; yani fotoğraflar da bu garip tempodan nasibini alıyor. Dikkat edin, her birimizin elinde en son teknoloji dijital fotoğraf makinaları var. Her fırsatta gördüklerimizi fotoğraflamaya bayılıyoruz. Çektiğimiz her fotoğrafı en az iki-üç koya çekmek de alışkanlık oldu neredeyse. Bir tane ile de yetinemiyoruz. Ne de olsa dijital fotoğraf, değil mi? Masrafı yok ki, çekelim gitsin, garanti olsun, kazara gözü kapalı ya da ağzı açık kimse kalmasın karelerde. Fakat gelin görün ki o fotoğraflar artık hep taşınabilir cihazlarımızda; yahut en şanslı olanları bilgisayarlarımızın sabit sürücülerinde. Evlerimizde gerçek basılı fotoğraflardan oluşan albümler artık neredeyse yok. Yıllar boyunca yaşadığımız binlerce anının görsel kanıtlarını artık cebimizdeki minicik cihazlarda taşıyabilirken, ne gerek var o hantal ve kocaman albümlerde biriktirmeye? Hem kağıttan da tasarruf ediyoruz, değil mi?
Değil. Dijital fotoğraflar, yazılar, dökümanlar aslında “yok”tur. Bunlar bilgisayar ortamındaki dijital kodlardan ibarettirler. Kuvvetli bir manyetik alan, farklı formatlarla çalışan görüntüleyiciler, yahut bir gün olası bir dijital felaket sonucunda elinizde hiç bir şey kalmaz. Ve dijital felaketler sanıldığından çok daha sık olur. Kaç kez “sabit sürücünüz bir anda bozuluverdi”; kaç kez “özenle arşivlediğiniz fotoğraf veya dökümanlarınızı nedensiz yere kaybettiniz”? Her bri bambaşka anıların ürünleri olan, farklı yerleri, farklı duyguları, farklı renkleri yansıtan o “kanıtlar” artık tek tip dijital kodlar halinde cihazların içinde saklanıyorlar. Biz de onların “var olduğunu”, “elimizde olduklarını” ve “istediğimiz zaman ulaşabileceğimizi” düşünüyor ve bunu yeterli görüyoruz. Sözgelimi bir 20 yıl sonra, o paha biçilmez anılarınıza ne olacak hiç düşündünüz mü? Fakat aynı fotoğraftan 30 tane çekmeye, aklınıza her gelen yerde özensiz ve otomatik bir şekilde deklanşör düğmelerine basmaya devam ettikçe, anılar daha bir değersizleşecek, onları basılı ve gerçek belgelere dönüştürme istediğiniz gittikçe daha çok azalacak…
Mektup “gerçek”tir
Eğer 20’li yaşarda veya daha genç iseniz, şimdiye kadar gerçek bir mektup yazmamış ve almamış olma ihtimaliniz -maalesef- oldukça yüksek. Belki okulda görev olarak yapılan bir iki zoraki uygulama dışında, günümüz gençleri duygularını el yazılarıyla uzun uzadıya kağıtlara yazıp, özenle zarflara yerleştirip, postaya vererek günler boyunca bekledikten sonra yine aynı şekilde yazılmış bir cevap alma tecrübesini pek yaşayamaz oldular. Bu deneyimi yaşamış olan gençlere artık çok nadir rastlayabiliyoruz. Peki bu deneyimler artık gittikçe azalırken, acaba bir şeyleri de beraberinde kaybediyor olabilir miyiz?
Mektup aracılığıyla yazışmak ve iletişim kurmak çok özel bir yöntemdir. Bir kaç madde halinde, özellikle konuya yabancı olanlar için mektup yazmanın ve mektuplaşmanın bazı özelliklerini sıralamaya çalışayım:
- Size özel bir karakter: El yazınızla kaleme aldığınız mektuplar, hem genel yazı karakteriniz, hem de o satırların yazıldığı an itibariyle sizi etkisi altına alan duygularınızla ilgili olarak, doğrudan sizi ve duygu dünyanızın durumunu yansıtır. El yazısı, beyinde hepimize özel bir şekilde depolanmış kişiye has motor kalıplarla ortaya çıkar. O nedenle yazılarımızın karakteri birbirinden oldukça farklıdır. Bilirsiniz; elinizdeki kalemle bir kağıda, yahut tebeşirle bir tahtaya aynı kelimeleri yazdığınızda, iki yazının stilleri birbirine çok benzer. Fakat ilk durumda minicik parmak kaslarınızı kullanırken, ikincisinde kol ve omuz kaslarınızla bu işi gerçekleştirirsiniz. Demek ki yazı karakteri, kullanılan kaslardan ve beden bölümlerinden bağımsız olarak beyninizde bulunan özel ve size has hareket kalıplarının uygulanmasına dayanır. Bu özellik de sizin el yazınızla kaleme aldığınız herhangi bir şeyi tamamen size özel yapar.
- Duyguların aktarımı: Yazı karakteriniz duygu durumunuza göre değişir ve evrilir. Her mektupta bu nedenle ufak tefek farklılıklar kaçınılmaz şekilde ortaya çıkacaktır. Bu da her kaleme aldığınız mektubu özel ve yegane yapar. Mektupla haberleşen insanlar bir süre sonra birbirlerinin duygu durumlarını yazı karakterlerinden ve kağıt üzerindeki yazının genel örüntüsünden tanımaya bile başlarlar.
- Yavaşlama: El yazınızla metin yazmak yavaştır. Sizi daha yavaş düşünmeye, düşüncelerinizi toplamaya zorlar. Özellikle bilgisayarda olduğu gibi yanlış yapınca “siliverme” şansınız olmadığında, kelimelerinize, söylediklerinizin anlam bütünlüğüne, yazdığınız her şeyin önüne-sonuna daha çok dikkat etmeniz gerekir. Bu gereksinimler, modern çağın dijital iletişim ortamında neredeyse hiç kullanmadığımız zihinsel devreleri bolca çalışmak zorunda bırakır. Mektup, dikkat ve yoğunlaşma ister; ona özel zaman ayırmanızı talep eder. Bu zihin devreleriniz çalıştıkça da güçlenir ve hayatın diğer alanlarında bunun birçok faydasını görürsünüz.
- Özen: Birisine göndermek üzere yazdığınız bir metin, gönderildikten sonra geri alınamaz, silinemez ve sizin elinizden artık çıkmış olan bir belge hükmündedir. “Yeğenim yazmış haberim yok” yahut “yanlışlıkla sana göndermişim” gibi bahanelere mektup iletişimde yer yoktur. Bu nedenle bambaşa bir özen ve dikkat gerektirir. Bu özen ve dikkat ise, hayatın hemen her alanında ihtiyaç duyduğumuz ve bugün özellikle gençler arasında çokça “zayıfladığından” şikayet ettiğimiz özen ve dikkat süreçlerini yöneten devrelerle aynıdır. Kısacası, birilerine düzenli olarak mektup yazmak, yazanı kesinlikle daha dikkatli ve özenli yapar.
- Sabır: Sabır, günümüzün gittikçe tedavülden kalkan meziyetlerinden birisi. Dijital iletişim ortamlarında bir kaç saniyelik gecikmelere bile tahammül edemez hale geldik. Halbuki mektuplaşmak tam bir sabır sınavıdır. Yazma aşamasında kendinizi iyi ifade etmek, doğru zamanda ve doğru içerikle göndermek, hedefine ulaşmasını beklemek ve cevabın yolunu gözlemek, sabır dediğimiz o kontrol mekanizmasına ait beyin devrelerimizin sapasağlam olmasını gerektirir. Bu nedenle klasik anlamda mektuplaşma, anlık dijital iletişime göre çok zor, imkansız ve hatta aptalca gibi gözükür; hele ki bu devirde. Fakat bir kez bu sabrın tadını aldınız mı, ondan vazgeçmek de bir o kadar imkansız hale gelir.
- Hafıza: Hafızamızın deneyimleri sağlıklı bir şekilde kaydedebilmesi için “zamana” ihtiyacımız var. Fakat bu dijital çağda, iletişimimiz bu kadar hızlanmasına rağmen, adeta zamanımız hiç kalmadı. Bir anlık mesajlaşma programında uzun sayılabilecek bir metin hazırlayıp gönderdiğimizde bile, onu kısa bir zaman içinde unutuyoruz; zira hemen ardından tonla farklı veriyi işlemek durumundayız. Mektup yazdığınızda ise zamanı adeta yavaşlatmak zorunda kalırsınız. Ağır ağır el yazınızla kaleme aldığınız metinler, hem belleğinizdeki bilgilerin iyice gözden geçirilmesini sağlayarak hafızanızı derli toplu kullanabilmenizi, hem de kaleme aldığınız metni yeterli bir sürede içselleştirebilmenizi sağlar. Aslında kendinize ayırdığınız, zihninize verdiğiniz bir zamandır bu; ve hele ki bu devirde, faydaları tartışmasızdır.
- Kalıcılık: Mektup gerçektir ve gerçek her şey gibi dayanıklı ve kalıcıdır. Hayatınızın belki de en önemli fikirlerini, duygularını, sözlerini ve düşüncelerini, hızla yok olup gidecek sanal bir ortama salıp unut(ul)mak yerine, kalıcı eserler haline getirip yıllar sonra bile istifade edilebilecek belgelere dönüştürmenin en iyi yoludur mektuplar. Yıllar sonra bir çekmeceyi açıp da onyıllar önce kaleme alınan ve hemen hepsi sizin şahsi geçmişinize dair kayıtlar içeren duygu ve düşünceleri okuyabilmek, gerçekten de paha biçilmez bir hazineye bedeldir.
- Yaratıcılık: Belki de mektup yazmanın en güzel tarafı, dijital sistemin size dayattığı biçim ve formatlardan hiç birisine uyma zorunluluğunuzun olmamasıdır. İster kağıda dikey yazar, ister resimler çizer, ister çıkartmalarla süsler, hatta isterseniz “daha fazla bilgi için” sayfaya bir karekod bile yapıştırabilirsiniz (tamam, kabul ediyorum, böyle imkanlar eskiden yoktu!). Boş bir sayfaya tamamen kendi kurallarınızla kuracağınız bir mektup, karşı tarafa derdinizi anlatma işlevi gören bir belge olmanın çok ötesinde, aslında sizin yaratıcı zihninizden damıtılmış bir sanat eserine dönüşebilir. Böylece her mektup deneyimi aslında yaratıcılığınızı kamçılayacak geliştirici bir meydan okumaya dönüşür.
- Önem verme: Herhangi bir işe yatırdığınız zaman ve özen, zihninizde ve beyninizde o işe verilen önemle doğrudan ilintilidir. Alel acele ve saniyeler içinde sağlanan iletişim, bu nedenle beyin devrelerinizde yer etmez ve bu tip mesajlar “önemli” kategorisine pek kaydedilmez. Bu gerçekten yola çıkarak, özellikle gönül işlerinizi, yakınlarınızla olan münasebetlerinizi, dert ortağınızla paylaştığınız sıkıntılarınızı hangi iletişim kanalları üzerinden yürüttüğünüz çok daha önemli hale gelir. Bence bunlar önemlidir ve bunun gibi her türlü “dert”, mektup gibi ciddi ve kalıcı bir iletişim ortamına yakışır.
Listeyi siz çok daha fazla uzatabilirsiniz. Sözün özü: Mektuplaşma alışkanlığının kaybedilmesi beraberinde çok fazla insani kaliteyi de götürüyor olabilir. Elbette bunlara katılmıyor da olabilirsiniz. Fakat denemeden karar vermemenizi öneririm. İlk başta, eğer hiç denemediyseniz, mektuplaşmak biraz garip görünebilir. Ama bir kez tadını aldığınızda, bu kadim iletişim yöntemi hakkındaki fikirlerinizin kökten değişeceğine eminim.
Bence denemeye değer!