
1960’larda Finlandiya’ya yedi olimpiyat madalyası kazandıran efsanevi kayakçı Eero Antero Mäntyranta, bu başarısını sadece çok çalışmaya borçlu değildi. Kendisi primer familyal ve konjenital polisitemi (PECP) adı verilen genetik bir hastalıktan mustaripti. Yani atardamarlarında ve toplardamarlarında dolaşan alyuvar seviyesi doğuştan yüksekti -normal insanlardan %50 daha fazla- ve neticede aerobik müsabakalarda doğal bir genetik avantaja sahipti. Bu farklılık ise üç milyar harften oluşan DNA’mızın sadece tek bir harfindeki farklılıktan -guanin bulunması gereken yerde adenin bulunması- kaynaklanıyordu.
Hücrelerimizde bulunan genler, metabolizmamızı ve birçok özelliğini belirler. Kaslarımızın çalışma şeklinden kasılmalarına, oksijen tüketimlerinden ortam değişikliklerine adaptasyonları genlerin kontrolünde gerçekleşir. Genlerdeki bu farklılıklar günümüzde belirlenebiliyor. Bu farklılıklara bakılarak bir bireyin ne tarz bir fiziksel aktiviteye yatkın olabileceği ve bireylerin özelliklerine göre de bireysel antrenman programları ile sporcu performansları geliştirilebiliyor.
Bireylerdeki genetik varyasyonlar o bireyin fiziksel davranışları hakkında bilgiler verir. Örneğin, bazı genlerimiz kaslarımızın daha yavaş kasılmasına neden olurken başka bir genimiz de kılcal damarlarımızda dilasyona neden olarak kandan dokulara oksijen geçmesini kolaylaştırır. Bir hücre zarı proteini, hücrelerimizde oluşan laktik asidin hücrelerden kana geçmesini sağlayarak yorgunluk hissini artırır. Bu genin başka bir formu ise laktik asit geçişini yavaşlatır. Bu gen profillerini barındıran kişiler daha dayanıklıdır, kendi genetik yapılarına uygun çalışma programları ile kişisel gelişimlerini ilerletebilir.
İnsan vücudunun birbirinden farklı boyutları nedeniyle güreşçilerle boksörler uzun zamandır ağırlık klansmanlarında mücadele ediyorlar. Erkeklerle kadınlar, profesyonel sporlarda neredeyse her zaman ayrı yarışır çünkü yetişkin erkekler genellikle yetişkin kadınlara göre anatomik olarak doğuştan boy, kilo ve güç avantajına sahiptir. Bunlar rekabeti mümkün olduğunca adil tutmayı amaçlayan yöntemlerdir. Öyleyse bir gün genetik klansmanlarda da mücadele edebileceğimizi düşünmek çok mu çılgınca?
Gen dopingi
Şimdilik böyle bir kategorizasyon pek mümkün görünmüyor. O halde madalyonun diğer yüzüne bakalım. Günümüzde gelişen tıbbi teknikler ve yöntemler, insanların (aslında tüm canlıların) genlerine müdahale edebilmeyi belli ölçülerde olanaklı kılıyor. Bunun sonucunda karşımıza bir kötüye kullanım örneği çıktı: gen dopingi. Gen dopingi, temelini gen transferinden alır. Enerji üretim mekanizmalarını etkileyerek ve kas dokusuna kan akımını artırarak kasın boyutlarında, kuvvetinde, kasılma gücünde ve dayanıklılığında artışa yol açar; kas yaralanmalarının olağandan daha hızlı iyileşmesine neden olur. Bilindiği üzere gen dopingi, hem WADA (Dünya Anti-Doping Ajansı) Kuralları hem de UNESCO Dopinge Karşı Uluslararası Sözleşmesi uyarınca yasaklanmıştır. Gen dopingi konusunda akıldan çıkarılmaması gereken husus, günümüzde gen dopinginin izleri gözlemlenebiliyor ancak çok yakın bir gelecekte hiçbir iz bırakmayan yöntemlerin ortaya çıkma olasılığı kaçınılmazdır.
Ünlü genetikçi Dr. Sharon Moalem bu noktada şu soruyu soruyor: ”Eğer bazı insanlar doğuştan genetik avantaja sahipse -örneğin kanında ekstra oksijen taşıma kapasitesi varsa- rakiplerinin de kendini o düzeye çıkarmaya çalışması gerçekten adaletsizlik midir?” Hiçbirimiz dopingi savunmuyoruz fakat genetik mirasımızın hayatımız üzerindeki etkileri hakkında daha fazlasını öğrendikçe bazılarımızın doğuştan genetik dopingli olduğu gerçeğiyle yüzleşeceğiz gibi görünüyor.
Kaynaklar:
http://www.tgf.gov.tr/tr/wp-content/uploads/2016/01/18-GEN-DOPİNGİ-I.pdf
http://www.e-psikiyatri.com/gercek-doping-genlerde-gizli-44279
Moalem, Sharon. Genler Unutmaz. Çev. Ezgi Başer. İstanbul: NTV Yayınları, 2016.