Müzik Ve Zihin Üzerine Çarpıcı Gerçekler: Bölüm 2

MÜZİKTE “AKIŞ” (GROOVE)

Müzik dediğimiz ses dizilerini ve ritim ögelerini algılama işi beynimiz için oldukça basit olmakla beraber beyin üzerine çalışan araştırmacılar için hâlâ sırlarla dolu bir süreç. Müziğin tempo, faz farkı, ton, nota, yön ve yoğunluk gibi teknik ve mekanik bileşenlerini ayırt eden sinirsel mekanizmaları büyük oranda biliyoruz. Fakat müziğin duyguları ve vücudu harekete geçiren, insanı coşturan, hüzünlendiren veya başka ruh hallerine sokan özelliklerini henüz çok da iyi anlamış değiliz.

Müziğin dikkate değer bir özelliği, benim “akış” demeyi tercih ettiğim (İngilizce’de oluk,kanal gibi anlamlara gelen) “groove” özelliğidir. Ne olduğunu henüz tam olarak tanımlayamamış olsak da müzik algısında çok önemli olan ve müzik algısının kaotik bileşenini oluşturan en önemli özelliklerden biridir.

Akış, algılayana özgü bir özelliktir ve tüm şartların aynı olması durumunda bile bir müzik eserinin akış algısı değişken olabilir. Buna iyi bir örnek, sanatçıların konserlerde ortaya koyduğu canlı performanslardır. Diyelim ki hayranı olduğunuz bir sanatçının sevdiğiniz bir parçasını arka arkaya üç konserde de dinlediniz. Sahne, çalan enstrümanlar ve müzisyenler tamamen aynı olsa ve teknik olarak aynı donanımlar kullanılsa bile bazen aynı parça insana “daha akıcı ve coşturucu” veya “çok daha etkileyici” gelirken bazen aynı eser bir şekilde “tat vermez” olur. Bilgisayar yahut müzikçalar gibi aygıtlardan müzik dinlediğimizde canlı performanslara oranla bu hissi daha fazla yaşarız. İşte müzikten tam anlamıyla hoşnut kalmadığınız bu tip durumlarda müzik eserinde adını koyamadığınız, şuurlu olarak tanımlayamadığınız bir “eksiklik” vardır ki bu da müzik dilinde akış dediğimiz şeyin eksikliğidir.

Müzikteki bu akış özelliği, bilgisayarlarla taklit edilebilecek, algoritmik, kontrol edilebilir ve belirlenebilir bir özellik değildir. Akış, genel kanıya göre müziğin ritim ve vuruşları sırasında ortaya çıkan rastgele görünümlü (fakat aslında kaotik olan) bazı değişkenliklere bağlıdır. Davulun ritim zili (hi-hat) vuruşlarındaki aksanlar (iniş-çıkışlar), telli çalgılarda keyfi olarak yapılan nüanslar, bas tonların armonik değişkenlikleri, nefeslilerdeki değişken ve farklı şiddetteki üflemeler vs. hepsi birlikte parçanın akışını oluştururlar. Bu farkları aynı şekilde tekrar oluşturmanın fazla yolu yoktur ve bulunulan ortama, ortamın havasına ve dinleyicilerin-icracıların ruh hallerine göre dahi değişkenlik gösteren bir durumdur. Canlı performanslarda profesyonel grup ve sanatçıların çok daha coşkun performansa sahip olmalarının ve seyircilerle kurulan bağ da akışı kuvvetlendiren unsurlardır.

Canlı konserlerin evde müzik dinlemekten daha cazip olmasının altında da akış gücü yatar. Aynı mekanda bir araya gelen müzisyen ve dinleyicileri, fiziksel bir alış-veriş içinde parçaların ortak bir hava ve ritimde çalınmasını sağlarlar. Bir müzisyen yahut müzik grubu seyirciyle ne kadar iyi temas sağlarsa çaldıkları eserlerin o kadar başarılı bir “akış” halinde çıkacağını söyleyebiliriz. İzleyiciden kopuk, fazla heyecanlı ve acemi amatör müzisyenlerin, herhangi bir teknik hata olmasa bile canlı performanslarında yaşanan sıkıntılar da yine büyük oranda ortamdan kopuk bir akışa dayanır.

Müzikteki akış, başlangıç koşullarına hassas bağlı, doğrusallık dışı (nonlineer) ve aperiyodik olması gibi özellikleri açısından “kaotik” bir öz niteliktir. Son zamanlarda yapılan “fraktal ve kaotik müzik” örneklerinde de bu konunun başarıldığını söylemek zor (bazı örneklerine şuradan ulaşabilirsiniz). Beynimizin bunu nasıl “çözümlediğini” tam bilmemekle birlikte beyin dediğimiz organın böyle kaotik bir özelliği başarıyla ayırt etmesi şaşırtıcı değildir; zira beynin kendisinin de kaotik çalıştığını ve birçok temel “ritminin” kaotik olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla özel bir düzen biçimi olan “kaotik düzen”in, kaotik ritim özellikleriyle daha kolay uyum sağlayabileceğini söylemek mümkün.

Bu ipuçlarından yola çıkarak müziği subjektif algısı ve beyindeki çözümlemesine ilişkin çalışmalarda kaos ve karmaşıklık biliminin yeni yöntemlerinin kullanılması artık kaçınılmaz hale geliyor. Ne yazık ki bu konudaki çalışmalar hâlâ çok yetersiz.

DİLİN MÜZİĞİ…MÜZİĞİN DİLİ…

Dille müzik arasında yakın bir ilişki olduğundan bahsetmiştim. Bu ilişkiyi aslında biraz düşününce çıkarmak oldukça kolaydır. Konuşurken duygusal içeriği yansıtmak üzere ses tonumuzda, şiddetinde yaptığımız ayarlamalar ve dinlediğimiz konuşmalardaki ses tonu özelliklerinden devşirdiğimiz anlamlar bu konuda güzel ipuçları veriyor. Dile eşlik eden müzikal unsurlar, duygularımızın ifadesi için vazgeçilmez bir öneme sahip. Fakat dil ve müzik ilişkisi sadece bununla sınırlı değil.

Müziği ve lisan kullanımındaki ses değişimlerini algılayan bölgelerin beyinde büyük oranda ortak olduğunu ve bu bölgelerin uğradığı bir hasarın sonucunda bu yeteneklerin kaybolduğunu yahut zarar gördüğünü biliyoruz. Fakat aynı zamanda dilimiz beynimizin çalışma sistemini şekillendiren çok önemli bir yetenektir ve bu doğal yetenek müzik de dahil olmak üzere zihnimizin tüm ürünlerini etkiler. Kişinin anadilinin fonetik özellikleri ve öğrenilmiş aksan yapısı, müzik algısı ve üretimi üzerinde de doğrudan bir etkiye sahiptir. Müzik ve beyin üzerine önemli çalışmaları olan Dr. Aniruddth Patel’in bu konuda verdiği bir konferans ilginç bilgiler içeriyor.

Patel özetle, müziğin tüm insan toplumlarında ortak olarak gözlenebilen bir özellik olduğunu anlattıktan sonra ilginç bir dizi çalışma sonucunu paylaşıyor. Bu çalışmalara göre Fransızca ve İngilizce’de kullanılan hecelerin uzunluk ve kısalık dizilimleri birbirinden farklı. Bu farkı özel bir parametre halinde sayısallaştıran araştırmacılar, ardışık hecelerin birbirlerine göre uzunluk değişimlerinin iki dil arasında farklı olduğunu gösterebiliyorlar. (Normalized pairwise variability index; nPVI; normalize edilmiş ikili değişkenlik indeksi) Buna göre Fransızca’da ardışık heceler arasındaki uzunluk değişkenliği (varyasyonu) İngilizce’ye göre daha az. Yani İngilizce’de konuşurken uzun ve kısa heceler (sesler) birbiri içine girmiş vaziyette kullanılıyor ve böylece heceler arası varyasyon daha yüksek oranda ortaya çıkıyor. Fransızca ise ona göre daha düz ve heceler arası değişkenliği nispeten az.

Farklı lisanlar arasındaki bu fark zaten bilinen bir hadise. Patel ve ekibinin ortaya koyduğu karşılaştırma ise İngiliz ve Fransız bestecilerin eserlerindeki vuruş ölçü varyasyonlarını, bestecilerin anadillerinin değerleri arasındaki ilişki. Patel, İngiliz bestecilerin müzik eserlerinin aynen dilde olduğu gibi daha inişli çıkışlı, yani varyasyonu daha fazla; Fransız eserlerinin ise daha ritmik ve varyasyonu az ölçülerden oluştuğunu gösteriyor. Kısacası, bestecilerin anadillerinin ritmi ile yaptıkları müzik arasında yakın bir ilişki var. Bu, tek başına ele alındığında bile oldukça önemli bir bulgu; zira bize müziğin lisanla olan ilişkisini bir kez daha başka bir açıdan göstermenin yanı sıra insan topluluklarının özgün müzikal yeteneklerinin dilleri ile bağlantısını ve bu bağlantının özgünlüğünü bir kez daha vurguluyor.

Konferansın ilerleyen kısımlarındaki soru-cevap bölümlerinde Almanya’daki bestecilerin eserleri üzerine yapılan ön çalışmalardan bahis açılıyor. Bu noktada, eski dönem Alman bestecilerin eserlerinin yüksek değişkenlik gösteren Almanca’ya uygun olmayan bir şekilde düşük varyasyon katsayısına sahip eserlerden oluştuğu dile getiriliyor. Bunun temel sebebi olarak o dönemlerde Alman müziğinin İtalyan müziğinden yoğun biçimde etkilenmesi olduğu dile getiriliyor. İlerleyen dönemlerde, özellikle Almanların ünlü milliyetçi bestekarı Wagner’in eserlerinde en üst noktada olmak üzere Almanca ile Alman müziği arasındaki bu farkın kapanmaya başladığı da vurgulanıyor.  Bu örneğin dış etkilere gereğinden fazla açık, hatta dış kültürlerin baskısı altında bir müzik kültürünün toplumları nasıl etkileyeceğine dair düşünenler için güzel bir örnek oluşturduğunu düşünüyorum.

Türkçenin bu açıdan nasıl bir indekse sahip olduğuna dair bir çalışma bildiğimiz kadarıyla mevcut değil. Fakat bu konuda yapılacak çalışmalarda birçok müzik türünün ve çeşidinin var olduğu böyle bir coğrafyada çok ilginç sonuçlara ulaşılması sürpriz olmaz. Elbette bu kadar renkli bir kültürde bu konuları bilimsel olarak çalışmak da o kadar kolay değil.

Yorum Yap