2018 Yılı ve Halen Çözülemeyen Sırlar

İnsanlık, son yüzyılda inanılmaz boyutlarda bilimsel ve teknolojik ilerleme kaydetti. Toplumu dönüştüren bir teknoloji yarattık. Bilimsel gelişmeler, kim olduğumuz ve yaşadığımız dünya üzerine sorduğumuz temel sorularımızı cevaplamamıza yardımcı oldu. Bunun yanında elbette, çözülemeyen sırların varlığı da kafaları kurcalamaya devam ediyor.

Neden her gece uyuyoruz? Neden hala karanlık maddeleri göremiyoruz? Ve varlıkları hakkında sürekli ortaya iddialar atılan uzaylılar neredeler?

İnsanlar belki de yüzyıllardır bu tarz soruların cevaplarını arıyorlar. Neyse ki, dünyanın sırlarını açığa çıkarmaya yönelik bitmek tükenmek bilmeyen merakımız var. İşte, bilim adamlarını uykusuz bırakan sırlar ve sorular.

Neden Uykuya İhtiyacımız Var?

Bu, basit bir soru gibi görünebilir ancak cevap düşündüğümüzden çok daha karmaşık. İnsanın her gece neden uyuması gerektiği konusunda kesin bir neden bulmak için sayısız girişim oldu geçmişte. Ancak bilim insanları hala bu sorunun net bir cevabını ortaya koyamıyorlar.

Bulgular, uyku aşamaları ve beyin faaliyetlerinin inceliklerini biraz olsun aydınlattı ancak aslında giderek büyüyen ve tamamlanması daha da zorlaşan bir bulmacaya yeni parçalar eklenmiş oldu. Hayvanlardaki beyin aktiviteleri insanlardan farklı olduğundan, kendi beyin aktivitemizi kıyaslamak da bu anlamda epey zorlaşıyor.

UCLA’nın Sinir Bilim Enstitüsü’nde psikiyatri profesörü olan Jerry Siegel, insanların neden her gece kış uykusuna benzer bir duruma girmek zorunda kaldıklarını anlamak için hayvanların uyku alışkanlıklarını inceliyor.

Siege; “Uyku anlayışımız, bir hayvanınkinden farklıdır çünkü çoğumuz günde 24 saat uyanık kalmak isteriz. Vahşi doğada, çok fazla enerji kullanan hayvanlar hayatta kalamazlar. Kış uykusu gibi bir eylem, bazı hayvanlara enerjilerini geri kazanma ve depolama şansı verir. Enerji tasarrufu, uykunun ana dürtüsüdür. Fakat, örneğin Afrika filleri günde iki saat kadar uyurlar. Uykudan almadıkları enerjiyi koca bedenlerine aktarmak için beslenme ihtiyaçları vardır.”

Enerji tasarrufu teorisi, bilim insanlarının neden uyuduğumuzu açıklamak için kullandıkları birkaç teoriden biri. Bilim adamları, uyku esnasında beyin aktivitesini izleyebilecek araçlar ürettikleri için, bulmacayı bitirip uykunun gizemlerini ortaya çıkarma konusunda ilerleme kaydettiler.

Bilim insanları, beynin uyanıkken toplanan bilgileri katılaştırmak için beynin bu etkinliğin azalmasına izin vermesi gerektiğine karar verdi. Beyin, gün boyunca bilgi bombardımanına uğruyor ve sinir bağlantılarıyla depolamayı güçlendiriyor. Yeni bilgiyi mevcut tüm bilgilerle karıştırmak için bu bağlantıların zayıflaması gerekiyor. Diğer bir deyişle, uyku, beynin yeni bilgi bombardımanına hazırlanmasında en büyük etken.

Ne var ki, bu tanım, kanıtlanmış bir bilimsel veri üzerine söylenmedi. Uykuyu tam olarak anlamak için uyku bilimcileri, uyanma ve uyku döngüleri sırasında beyindeki nörobiyolojik süreçleri daha iyi anlamalıdır. Örneğin, bazılarımız nasıl olur da son derece gürültülü ortamlarda uyuyabilir ve bazılarımız bunu yapamaz? İnsan beyninin ne kadar uyanık veya uykuda olduğunu tam olarak ölçtükten sonra olan biteni bilmek, bizi daha da ileri götürecektir.

Net olan bir şey var ki; uyku olmadan, çok daha kötüyüz. Siegel; “Uykudan mahrum kalıyorsanız, uykudaki müdahalelerle gerçekten ilişkili olan dikkatlerin üstesinden gelinmişsinizdir. Yeterli uykuyu almanızın, etrafınızdaki dünyaya ne kadar çok dikkat gösterdiğiniz konusunda doğrudan bir etkisi vardır. Şüphesiz, araç kullanırken sadece iki saniye uyanıklığınızı kaybetmek ölümcül olabilir.”

Karanlık Madde Nedir ve Neden Göremiyoruz?

Nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Onu göremiyoruz ancak bilinen evrendeki maddenin yüzde 26’sından fazlasını oluşturuyor. Hollandalı gökbilimci Jacobus Kapteyn, Karanlık Madde’yi 1922’de var saydığından beri var olduğunu biliyoruz diyebiliriz. Ancak Karanlık Madde, hala gizemli bir olgu.

Görünen maddenin çoğu nötron, proton ve elektronlardan oluşur. Ancak karanlık madde için bu sınıflandırmalar yapılamaz. Bu, henüz sınıflandırılamadığımız ve madde ile tamamen farklı bir şekilde etkileşime girdiğimiz farklı parçacıklardan oluşur. Karanlık madde absorbe etmez, yansıtmaz veya ışığı yaymaz. Ancak yerçekimi etkisiyle, yakınından geçerken ışığı büker.

Araştırmacılar bu olayı, başlangıcından bu yana gizemlerini çözmeye çalışarak inceliyorlar. Kısa süre önce, Avrupa Nükleer Araştırmalar Konseyi’ndeki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı, onu gerçek kılmaya yakınlaştı. Araştırmacılar, küçük parçacıkları hızlandırarak karanlık maddeyi tanımaya çalışıyor ve hareketlerinde yer alan enerji ve momentum üzerinde çalışıyorlar.

Yakın tarihli araştırmalar, yerçekimi dalgası dedektörlerinin, ilk kez karanlık maddeleri görmeyi sağlayabileceğini önermektedir. Ancak işin aslı şu ki; evrendeki en bol varlıklardan biriyle ilgili hala karanlıktayız.

Evren Nasıl Var Oldu?

Evrenin ilk anlarını anlamaya yaklaşıyoruz diyebiliriz fakat evrenin gerçek kökeni hala koca bir sır. Ohio Devlet Üniversitesi’nde astrofizikçi olan Paul Sutter; “Yaratılış teorileri ya da modelleri bu noktada inanılmaz derecede spekülatif” diyor.

Belki de evrenin başlangıcı ile ilgili en iyi bilinen teori, Big Bang teorisidir. Sutter, insanların, bir maddenin hiçbir şeyden bağımsız olarak patladığını düşünseler dahi, olayı yanlış anladıklarını söylüyor ve “Big Bang, evrenin her yerinde aynı anda oldu. Uzaydaki bir patlama değil, bir alan patlaması bu” olarak nitelendirdi. Bununla birlikte, bunun sürecin kesin nedeni (ve tabii ki önceden orada olan) bilinmiyor.

Sutter; “Evrenin geçmişine ne kadar çok inersek, o kadar az anlamaya başlıyoruz” diyor. Bilim adamları da, evrenin ilk anlarına dair çeşitli spekülasyonlar üretmeye devam ediyorlar.

Tüm güzel gizemlerde olduğu gibi, basit görünen bir soru, ilk sorunun cevabını bulmadan çözülemeyecek başka soruları ortaya çıkarır. Sutter; “Yerçekiminin kuantum ile ilgili yönlerini tam olarak kavrayamadığımız için, en erken anı bilememekteyiz” dedi.

Bu amaçla, evrenimizin yaratılışını tam olarak anlamak için, maddeyi ve zıt maddeyi yöneten fizik yasalarını kapsamlı bir şekilde anlamamız gerekecektir.

Maddenin doğasını ve maddenin nasıl etkileşime girdiğini tam olarak anlayabildiğimizde, evrenin kökeni hakkındaki son cevabı bulamayız belki ancak bunun nasıl olduğunu anlamaya çok daha yaklaşacağız.

Dokuzuncu Gezegen Nerede?

Kuiper kuşağının ötesinde, gizemli bir nesne topluluğu Güneş’in yörüngesinde geziyor ancak bazı nesnelerin yörüngeleri beklenen şekle uymuyor. Çoğu, Neptün’ün etrafında dönüyor ancak bu nesneler çok daha büyük bir şey tarafından çekiliyor gibi görünüyor.

California Teknoloji Enstitüsünde profesör olan Konstantin Batygin, bu özelliklerin en azından kısmen Güneş Sistemimizde henüz keşfedilmemiş bir gezegen olan Dokuzuncu Gezegen’in varlığından kaynaklandığına inanıyor.

Güneş sistemini dev bir disk olarak düşünün. Bu garip davranan nesnelerin yörüngeleri, diski kenarından yukarı doğru büküyor gibi görünüyor. Dokuzuncu Gezegen, bu tür bir etkiye sahip olmak için çok büyük olmalı. Bununla birlikte, belirgin etkilerine rağmen varlığı henüz ispatlanamadı.

Beyne Tuhaf Gelen Sesler

Bazı sesler, bazı insanlar için saç/kafa masajı etkisi yaratır. Bazı insanlarda ise bu etki söz konusu bile değildir. Peki neden?

Saç kesme makinesi, saç kurutma makinesi hatta elektrik süpürgesi gibi bazı cihazların çıkardığı sesler, rahatlatıcı tuhaf bir etkiye sahiptir. İnsanların yaklaşık %90’ı, bu tarz seslerin onları rahatlattığını söyler. Ancak bunun neden olduğu ve neden herkeste işe yaramadığı bilinmiyor.

Shenandoah Üniversitesi’nden Craig Richard, 2013’ten beri bu özel hissi inceliyor. Geçmişteki biyolojik çalışmalar, fonksiyonel bağlanmanın (beyindeki fMRI’de aydınlanan bölgelerin) ASMR deneyimine sahip olan beyin bölgelerinde olduğundan farklı olduğunu göstermiş olsa da, ASMR, bir gizem olmaya devam etmektedir. Richard; “Bu his nasıl ve neden var oldu? Herkesi tatmin edecek bir açıklama bulunabileceğini henüz sanmıyorum” diyor.

Uzaylılar Neredeler?

Evren, milyarlarca yıllıktır. Evrenimizin yaşı ve muazzamlığı göz önünde bulundurulduğunda, akıllı yaşamın diğer işaretlerini neden bulamadığımızı kavramak zor. Temel olarak, uzaylıların varlığına kanıt bulduğumuzu düşünüyoruz… Peki neredeler?

Gökbilimciler bugüne kadar çeşitli teoriler öne sürdüler. Bir teori, herhangi bir başka medeniyetin bizimle iletişim kurmasını engelleyen büyük bir tufanı öne sürerken, bir diğeri, uzaylıların, uzak gezegenlerde kalın buz tabakaları veya kayalıkların altında sıkışıp kaldığını önermekte.

Güneş sistemimizde dünya dışı yaşamlar varsa bile, araştırmacılar, bu yaşamların mikrobik boyutlarda olduğunu öne sürüyorlar. Bu organizmaların Satürn ya da Jüpiter gibi gezegenlerde olduğu düşünülmekte. NASA’daki bilim adamları, bu gezegenlerin yapısını ve durumunu araştırmak için çalışmalar yaptılar, çünkü bol miktarda suyun varlığının yaşamı geliştirebileceğini öngörüyorlardı. Ancak bunlar, NASA’nın Galileo uydusunun bulgularına, kapsamlı tarama ve gözlemlere dayanan tahminler. NASA, önümüzdeki on yıl içinde Europa’ya giderek daha yakından görmeyi planlamakta.

Peki, ‘yabancı’ bir hayat bulsak bile, onu tanıyabilir miydik? Bilim adamları, yabancı mesajları uzaydaki diğer gürültüden tam olarak ayırabilmenin peşinde. Ya mesajları diğer frekanslardan ayırt edemezsek? Ya bulunmak istemiyorlarsa?

Her durumda, araştırmalar hiç bitmeyecek. Aslında her bir yeni araştırma, yeni bir başlangıç.

Yorum Yap